14 Eylül 2017 Perşembe

Kültür ve Hukuk

                     
MURAT ALTINDERE

 Hukukun Kültüre Yaklaşımı
            Yukarıda kültürün niteliği saptandıktan sonra şimdi de hukukun ne olduğunun, niteliğinin, saptanması gerekmektedir; çünkü hukukun kültür karşısındaki tutum ve durumunun, ona bakış açısının ne olduğunun ya da ne olabileceğinin belirlenmesi buna bağlıdır.

            Bu bağlamda olmak üzere hukuka yönelik ilk gözlem onun, insanların yine insanlar için, onların bir arada (bir toplum içinde) yaşamalarını sağlamak ve güvence altına almak için meydana getirdikleri bir düzen, daha doğrusu insanlararası ilişkileri düzenleyen bir kurallar bütünü olduğunu açığa çıkarmaktadır. Ancak bu kuralların doğadaki kurallardan (doğa yasalarından) çok ayrı nitelikte olduğu da bir gerçektir. Nitekim doğa kuralı (doğa yasası) doğada zorunlu olarak gerçekleşen olay ve ilişkileri bildirir. Bu yasalara aykırı bir olayın gerçekleşmesi olanağı yoktur. Kimse bu yasaların öngördüğü sonuçtan kaçınamaz, ondan kurtulamaz. Örneğin belli koşullarda ısıtılan su, belli derece kesinlikle kaynar. Yaşlanan insan, er geç ölür. Eğer doğada bu yasalara aykırı bir tek olay dahi gerçekleşse, geçerliliklerini yitirir ve ortadan kalkar.

            Oysa hukuk kuralları, doğada zorunlu olarak gerçekleşen olay ve ilişkileri değil, olması gereken (gerçekleşmesi gereken) davranış biçimlerini öngörür, bildirir. Bunun için de onlar norm (olması gereken) adını alır ve insanlara seslenir. İçerdiği ilişki ve davranış modellerinin insanlarca gerçekleştirilmesini ister, bu yolda onlara buyruklar verir; böylece de buyruk karakterini kazanır. Doğa yasaları ise böyle bir özelliğe sahip değildir. Nitekim insanlara “ne denli yaşlanırsan yaşlan asla ölme!” demenin, havada motoru bozulan uçağın pilotuna “yere düşerken 20 km.’den çok hız yapma!” diye buyurmanın bir yararı ve anlamı yoktur, olamaz. Bu yüzden bu kurallar buyruk değil, açıklayıcı nitelikte teorik yargılardır. Böylece de hukuk yasaları kendilerine aykırı davranılmakla geçerliliklerini yitirmez, ortadan kalkmazlar; çünkü onlar “olan”ı değil, “olması gereken”i söylemekle bu olması istenen şeyin gerçekleşmemesi olanağını da öngörmüş olmaktadırlar.

            Gerçekten onların buyruğun yerine getirecek olan insan, özgür bir varlık olarak iradesini hukukun istediği yönde kullanabileceği gibi ona aykırı yönde de kullanabilir. İşte bu noktada bizi asıl ilgilendiren sorun ortaya çıkmakta, hukukun bağlayıcılığının neye dayandığı, nasıl yürürlük kazandığı sorusu gündeme gelmektedir.

            Bu soruya cevap olarak çok yanlış bir biçimde, hukukun bağlayıcılığının, onun yürürlüğünün devlet gücüne, bir dış yetkeye (otoriteye) dayandığı söylenebilir. Bu durumda hukukta bizi bağlayan şey, artık kendi irade ve onamamız değil, bize yabancı ve bizden üstün bir irade, bir güç olmaktır. Buna göre bir insanın belli bir davranışa hukuken yükümlü bulunması bu davranışın gerçekleşmesinin bir yaptırım, bir zorlama tehdidi ile donatılmış olmasına bağlıdır. İşte sözüm ona norm kavramına sadık kalanlar da birlikte olmak üzere tüm pozitivist tutumun görüşü budur.[11]

            Ancak bu durum gerçekten böyle ise ya da böyle kabul edilecekse, hukuk bir terör aracı olmaktan öte bir şey olarak görülmeyecek, bu da bizi doğada hiçbir gücün salt üstünlüğe sahip olmamasından ve böylece de güçlülerin sürekli çatışma içinde kalacak olmalarından ötürü, hukukun yürürlüğünün rastlantıya dayalı olduğu sonucuna götürecektir. Bu ise gerçeğe uygun olmadığı gibi norm kavramı ve düşüncesine aykırıdır.

            Yükümlülük, bağlayıcılık kavramı normdan (“olması gereken”)den kaynaklanan bir kavramdır. Pozitivist görüşte ise böyle bir hukuki ödev kavramı değil, gerçeklikteki (doğadaki) bir zorunluluk dile getirilmiş olmaktadır. Hukuka uygun davranışımız yaptırımın bizde yaratacağı korku ile belirlenmiş olacaktır. Sözgelimi hapis yatmaktan korktuğumuz için hırsızlık yapmaktan kaçınmış olacağız. Güç ve zorlama ise bir olay (bir “olan”) kimliğinde olduğundan, onun bizde yaratacağı korku da nedensellik bağı içerisinde zorunlu olarak meydana gelecektir. Öyleyse bir kimsenin bir şeyi buyurmasından ve bu yolda zorlamasından ötürü, diğerinin ya da diğer kimselerin buna uyma yükümlülüğünün bulunduğu, uyulmanın gerekli olduğu düşünülemez; “olan”dan (Gerçeklik dünyasından, doğadan” yalnızca bir zorunluluk çıkıp, asla bir “olması gereken” çıkmaz.

            Bağlayıcılık (hukuki ödev, yükümlülük), ancak bir “olması gereken”den çıkar; çünkü her “olması gereken”de “niçin olması gerekir?” sorusuna bir cevap öngörülür ve bu cevabı da sadece bir değer, değerli bir şey oluşturabilir. Bir şey niçin yapılmalıdır? Değerli olduğu için. Değerler ise bilindiği üzere insandadır. Böylece insan hukukta “nasıl davranmalıyım?” sorusuna cevap bulduğu için kendini yükümlü görecek, hukuken bağlanmış olarak duyumsayacaktır. İşte asıl yükümlülük, bağlayıcılık kavramı budur, bunu anlatır.

            Buradan anlaşılıyor ki, hukukta bir değer içerilmiştir; o, değerin gerçekleştirilmesine yöneliktir ve bu değer de, ahlaki bir değerdir ve öyle olmak gerekir; çünkü hukuk insanların davranışlarıyla ilgilidir, onları düzene sokmak amacına yöneliktir. Bizi davranışımızda, bu davranışın iç nedeni olan irademizde bağlayacak olan ancak ahlak ve ahlaki değerler olabilir.[12]

            Şimdi bu değerler arasında bir hiyerarşi bulunur, onlar kademeli bir yapı oluşturur. Şu var ki, toplum ve hukuk anlayışında en yüksek etik değerin ne olduğu yolunda üç ayrı görüş bulunmaktadır. Her bir görüş kendince en yüksek olarak kabul ettiği bir değer ve değerler sistemini hukukun en yüksek amaç ve ideali diye göstermiştir.

            Nitekim birinci görüşe göre en yüksek değer ve amaç bireysel kişiliktir. Buna bireyci (endividüalist) değer sistemi denilir. Bu değer sistemi bizi bireyci toplum anlayışını kabule zorlar ve temelini bireyin özgürlüğü düşüncesi oluşturur. Böylece toplum bir sözleşme ilişkisi olarak tasarımlanır, hukukda bireyin hizmetine konur.

İkinci görüş ise en yüksek değer ve amaç olarak tümel kişiliği görmektedir. Bu, birey üstü ya da bireycilik üstü değer sistemidir. Buna, supra endividüalist sistem de denilir. Buradaki toplum anlayışı da birey üstü bir nitelik taşır. Toplum, insan bedenine benzetilerek bir organizma gibi düşünülür; devlet ve onun egemenliği esastır.

Üçüncü ve son görüşe göre de, en yüksek değer kültür yapıtıdır (trans-personalist değer sistemi). Bu görüşe göre egemen olan bireysel ve tümel kişilik değerlerini aşan bir toplum anlayışıdır. Toplum bir yapı (bir bina) gibi düşünülür ve bu yapıda, bu kültür toplumunda çalışan insanlar arasında doğrudan doğruya değil, ortaya çıkardıkları kültür yapıtları dolayısıyla bir ilişki ve bağlılık söz konusudur.[13]

Şimdi bu birbirinden değişik görüşler karşısında doğru bir sonuca varmak için hukukun toplum yaşamının bir biçimi, onun varlık koşulu olduğunu, bu yüzden de hukukta son amacın ancak adalet değeri olabileceğini gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü adalet ahlaki bir değer olmakla birlikte, toplumsal bir değerdir, toplum yaşamının temel değeridir. O, insanların bir düzen içinde yaşaması ve bu düzenin yetkinliğini öngörür. Bu yüzden,

Adalet, mülkün temelidir (Türk atasözü).

denir. O, bir düzen olmakla bütün diğer değerlerin gerçekleşmesinin ve bu arada bizzat kendisinin yetkinleşmesinin ön koşulunu oluşturur. Çünkü düzenin olmadığı yerde, bir kaos içinde hiçbir değer, hiçbir şey gerçekleşip var olmaz, kaostan hiçbir varlık çıkmaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder