10 Ekim 2017 Salı

FETÖ’den tutuklu Murat Arslan’a ödül!

Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, Yargıçlar ve Savcılar Birliği’nin FETÖ/PDY’den tutuklu eski Başkanı Murat Arslan’a Vaclav Havel İnsan Hakları Ödülü verdi.

 Türkiye'nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM), Ankara’nın sert tepkisine neden olma potansiyeli yüksek bir adım attı. AKPM, insan haklarının savunulması alanında üstün hizmet gösteren ve 2013’ten bu yana verilen Vaclav Havel Ödülü’nü, darbe girişimi sonrasında kapatılan Yargıçlar ve Savcılar Birliği’nin FETÖ/PDY’den tutuklu eski Başkanı Murat Arslan’a verdi.

Ödülün, AKPM’nin ‘iyi tanınan ve saygın’, ‘her zaman yargının bağımsızlığından yana olan’ ifadeleriyle tanıttığı Arslan’a verilmesinin Strasbourg-Ankara hattında özellikle Türkiye’nin 13 yıl aradan sonra tekrar denetim sürecine alınması nedeniyle başlayan gerginliği daha da artırmasına kesin gözüyle bakılıyor.

Bireylerin ya da sivil toplum örgütlerinin aday gösterilebildiği Vaclav Havel İnsan Hakları Ödülü için Arslan’a son üç aday içinde yer verilmesinden duyulan rahatsızlık Strasbourg’a iletildiyse de bu girişimler sonuç doğurmadı.

Adayları seçmek ve kazananı belirlemekle görevli seçici panel, AKPM Başkanı ya da onun tarafından belirlenen bir isim ile insan haklarıyla bağlantılı altı bağımsız isimden oluşuyor.

AKPM’nin FETÖ/PYD konusunda Ankara ile aynı çizgide olmaması ve bu yönde Türkiye’den gelen telkinlere şimdilik kulak tıkaması ilişkilerin seyrini olumsuz şekilde etkileyen unsurlar arasında yer alıyor.

Arslan’ın yanı sıra Macar Helsinki Komitesi adlı sivil toplum örgütü ile Avusturyalı din adamı Gerog Sporschill de adaylar arasındaydı. Vaclav Havel Ödülü geçen yıl Yezidi insan hakları aktivisti Nadia Murad’a verilmişti. Kazanan isme 60 bin Euro para ödülü de veriliyor.

MURAT ALTINDERE

3 Ekim 2017 Salı

İletişim vergisine 'WhatsApp' zammı!

Cepten internete girenler dikkat! Özel İletişim Vergisi’nin yüzde 7.5’te eşitlenmesinin nedeni, WhatsApp gibi uygulamalarla internetten iletişimin artması. 800 milyon liraya yakın vergi kaybı doğunca data ve internette yüzde 5’lik ÖİV yüzde 50 artırıldı. 

 Habertürk Gazetesi'nden Ahmet Kıvanç'ın haberine göre; halen cep telefonu görüşmelerinden yüzde 25, sabit telefon görüşmelerinden yüzde 15, data ve internetten yüzde 5 Özel İletişim Vergisi (ÖİV) alınıyor. Torba yasa tasarısı ile söz konusu tüm hizmetlerden yüzde 7.5 vergi alınacak.

Maliye’nin bu kararı almasında, telefon görüşmelerinin artık WhatsApp, Face Time, Viber gibi uygulamalar aracılığıyla internet üzerinden yapılmaya başlamasının etkili olduğu belirlendi.Telefon görüşmelerinin internet üzerinden yapılması, yüzde 5 vergi alınan internetin payını artırdı. Bu yıl eylül ayı için düzenlenen 26.70 TL’lik faturada toplam 1.52 TL ÖİV tahsil edildi. Bunun 0.66 TL’si yüzde 25 vergiye tabi telefon konuşmalarından, 0.86 TL’si ise yüzde 5 vergiye tabi internet hizmetlerinden elde edildi.
MURAT ALTINDERE
Faturanın içinde telefon konuşmalarının payı 2.64 TL’ye gerilerken, internetin payı 17.20 TL’ye çıktı. Maliye’ye ödenen ÖİV tutarı 86 kuruş azaldı. Türkiye’de 77 milyon GSM abonesi bulunduğu dikkate alınırsa, Maliye’nin bu hesapla bile yıllık kaybı 800 milyon liraya ulaşıyor.

İLETİŞİM DEĞİŞİNCE HAREKETE GEÇİLDİ
İnternet kullanımının her geçen gün daha da artmasını dikkate alan Maliye Bakanlığı, Özel İletişim Vergisi gelirlerindeki kaybı önlemek için hızla harekete geçerek yasa değişikliğini gündeme getirdi. Torba yasa tasarısının TBMM’de kabul edilmesi halinde cep telefonu görüşmeleri, sabit telefon görüşmeleri, data ve internet üzerinden yüzde 7.5 oranında tek vergi alınacak.

26 Eylül 2017 Salı

7 yıl süren hukuk savaşının ardından; Herakles Lahdi, ziyarete açıldı

Perge Antik Kenti'nden 60'lı yıllarda kaçırılan ve 2010'da İsviçre'de ele geçirildikten sonra 14 Eylül'de ait olduğu topraklara geri dönen Roma Dönemi'ne ait Herakles Lahdi, Antalya Müzesi'nde düzenlenen törenle Kültür ve Turizm Bakanı Numan Kurtulmuş tarafından ziyarete açıldı.

Antalya'nın Aksu İlçesi'ndeki Perge Antik Kenti'nden 60'lı yıllarda kaçırılan ve 2010 yılında İsviçre'nin Cenevre Gümrüğü'nde ele geçirilerek, yaklaşık 7 yıl süren hukuk savaşının ardından 14 Eylül'de topraklarına geri dönen Herakles Lahdi, Antalya Müzesi'nde bugün yapılan törenle ziyarete açıldı.

Açılışa Kültür ve Turizm Bakanı Numan Kurtulmuş, Vali Münir Karaloğlu, Ak Parti Antalya Milletvekili Gökcen Özdoğan Enç, Ak Parti Burdur Milletvekili Reşat Petek, Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Yalçın Kurt, bakanlık yöneticileri ve çok sayıda davetli katıldı. Açılışa yoğun ilgi gösterildi. Lahdin üzerindeki örtüyü Bakan Kurtulmuş bizzat kendisi açtı.

Törende Türk basın camiasına Herakles Lahdi ve yurtdışına kaçırılan eserlerin Türkiye'ye geri getirilmesi konusunda verdikleri destekten dolayı özellikle teşekkür eden Bakan Numan Kurtulmuş, lahdin 60'lı yıllarda Perge'deki tarihi alandan bir şekilde kaçırılarak yurtdışına götürüldüğünü, Türkiye topraklarından kaçırılmış binlerce eserden sadece biri olduğunu belirterek, “Şunu da diyebilirsiniz, batıda sergilenen bu eserler nereden geliyor? Herhalde çok az bir kısmı yasal yollarla gelmiş, önemli bir kısmı ise yasadışı yollarla kaçırılmış. Kaldı ki herhangi bir tarihi eseri bulunduğu orijinal yerinden almak ne şekilde olursa olsun asla hoş, meşru görülemez. Bugün batıda sergilenen birçok eserin çalındığı ya da alındığı yerlere geri gönderilmesi insanlığın bir gereğidir" dedi.

Ancak bunların kolay olmadığını belirten Bakan Kurtulmuş, Birleşmiş Milletler UNESCO'nun 1970'de imzaladığı kültürel varlıkların iadesine ilişkin anlaşma nedeniyle çok zor şartlar altında gerçekleştiğini kaydetti. Kültür ve Turizm Bakanlığı olarak yıllardır hafiye gibi çalışarak, Türkiye'den kaçırılan eserlerin peşinden koştuklarını belirten Bakan Kurtulmuş, 15 ülkeden tespit edilmiş 57'ye yakın eserle ilgili sürecin ve yazışmaların devam ettiğini kaydetti. Bunların içerisinde Louvre Müzesi'nde sergilenenler de dahil olmak üzere peşinde olunan eserler bulunduğunu belirten Kurtulmuş, “İnşallah bunlara da ulaşacağız, gayret ediyoruz" dedi.

Bu lahdin 2010'da İsviçre'de bulunduğunu, yapılan müzakere ve görüşmeler sonucunda Türkiye'nin hukuk alanında bütün tezlerini ortaya koyarak Perge'ye ait olduğunun ispatlandığını ve getirildiğini anlatan Bakan Kurtulmuş, bu konuda emek veren herkese teşekkür etti.

18 Eylül 2017 Pazartesi

Şoför camiye gitti, avukatlar isyan etti!

Haciz işlemine giden avukatları taşıyan aracın şoförü camiye gidince avukatlar isyan etti.

Bir haciz işlemine giden avukatları taşıyan aracın şoförü mesai saatinde aracı yola bırakıp camiye gidince avukatlar mahsur kaldı.

O anları cep telefonuna kaydeden avukatlar, aracın 3. icra aracı olduğunu belirtirken, aracın şoförünün aracı bırakarak camiye gittiğini ifade ediyor ve "yetkililer bunu görsün" şeklinde serzenişte bulunuyor.

MURAT ALTINDERE

14 Eylül 2017 Perşembe

Kültür ve Hukuk

                     
MURAT ALTINDERE

 Hukukun Kültüre Yaklaşımı
            Yukarıda kültürün niteliği saptandıktan sonra şimdi de hukukun ne olduğunun, niteliğinin, saptanması gerekmektedir; çünkü hukukun kültür karşısındaki tutum ve durumunun, ona bakış açısının ne olduğunun ya da ne olabileceğinin belirlenmesi buna bağlıdır.

            Bu bağlamda olmak üzere hukuka yönelik ilk gözlem onun, insanların yine insanlar için, onların bir arada (bir toplum içinde) yaşamalarını sağlamak ve güvence altına almak için meydana getirdikleri bir düzen, daha doğrusu insanlararası ilişkileri düzenleyen bir kurallar bütünü olduğunu açığa çıkarmaktadır. Ancak bu kuralların doğadaki kurallardan (doğa yasalarından) çok ayrı nitelikte olduğu da bir gerçektir. Nitekim doğa kuralı (doğa yasası) doğada zorunlu olarak gerçekleşen olay ve ilişkileri bildirir. Bu yasalara aykırı bir olayın gerçekleşmesi olanağı yoktur. Kimse bu yasaların öngördüğü sonuçtan kaçınamaz, ondan kurtulamaz. Örneğin belli koşullarda ısıtılan su, belli derece kesinlikle kaynar. Yaşlanan insan, er geç ölür. Eğer doğada bu yasalara aykırı bir tek olay dahi gerçekleşse, geçerliliklerini yitirir ve ortadan kalkar.

            Oysa hukuk kuralları, doğada zorunlu olarak gerçekleşen olay ve ilişkileri değil, olması gereken (gerçekleşmesi gereken) davranış biçimlerini öngörür, bildirir. Bunun için de onlar norm (olması gereken) adını alır ve insanlara seslenir. İçerdiği ilişki ve davranış modellerinin insanlarca gerçekleştirilmesini ister, bu yolda onlara buyruklar verir; böylece de buyruk karakterini kazanır. Doğa yasaları ise böyle bir özelliğe sahip değildir. Nitekim insanlara “ne denli yaşlanırsan yaşlan asla ölme!” demenin, havada motoru bozulan uçağın pilotuna “yere düşerken 20 km.’den çok hız yapma!” diye buyurmanın bir yararı ve anlamı yoktur, olamaz. Bu yüzden bu kurallar buyruk değil, açıklayıcı nitelikte teorik yargılardır. Böylece de hukuk yasaları kendilerine aykırı davranılmakla geçerliliklerini yitirmez, ortadan kalkmazlar; çünkü onlar “olan”ı değil, “olması gereken”i söylemekle bu olması istenen şeyin gerçekleşmemesi olanağını da öngörmüş olmaktadırlar.

            Gerçekten onların buyruğun yerine getirecek olan insan, özgür bir varlık olarak iradesini hukukun istediği yönde kullanabileceği gibi ona aykırı yönde de kullanabilir. İşte bu noktada bizi asıl ilgilendiren sorun ortaya çıkmakta, hukukun bağlayıcılığının neye dayandığı, nasıl yürürlük kazandığı sorusu gündeme gelmektedir.

            Bu soruya cevap olarak çok yanlış bir biçimde, hukukun bağlayıcılığının, onun yürürlüğünün devlet gücüne, bir dış yetkeye (otoriteye) dayandığı söylenebilir. Bu durumda hukukta bizi bağlayan şey, artık kendi irade ve onamamız değil, bize yabancı ve bizden üstün bir irade, bir güç olmaktır. Buna göre bir insanın belli bir davranışa hukuken yükümlü bulunması bu davranışın gerçekleşmesinin bir yaptırım, bir zorlama tehdidi ile donatılmış olmasına bağlıdır. İşte sözüm ona norm kavramına sadık kalanlar da birlikte olmak üzere tüm pozitivist tutumun görüşü budur.[11]

            Ancak bu durum gerçekten böyle ise ya da böyle kabul edilecekse, hukuk bir terör aracı olmaktan öte bir şey olarak görülmeyecek, bu da bizi doğada hiçbir gücün salt üstünlüğe sahip olmamasından ve böylece de güçlülerin sürekli çatışma içinde kalacak olmalarından ötürü, hukukun yürürlüğünün rastlantıya dayalı olduğu sonucuna götürecektir. Bu ise gerçeğe uygun olmadığı gibi norm kavramı ve düşüncesine aykırıdır.

            Yükümlülük, bağlayıcılık kavramı normdan (“olması gereken”)den kaynaklanan bir kavramdır. Pozitivist görüşte ise böyle bir hukuki ödev kavramı değil, gerçeklikteki (doğadaki) bir zorunluluk dile getirilmiş olmaktadır. Hukuka uygun davranışımız yaptırımın bizde yaratacağı korku ile belirlenmiş olacaktır. Sözgelimi hapis yatmaktan korktuğumuz için hırsızlık yapmaktan kaçınmış olacağız. Güç ve zorlama ise bir olay (bir “olan”) kimliğinde olduğundan, onun bizde yaratacağı korku da nedensellik bağı içerisinde zorunlu olarak meydana gelecektir. Öyleyse bir kimsenin bir şeyi buyurmasından ve bu yolda zorlamasından ötürü, diğerinin ya da diğer kimselerin buna uyma yükümlülüğünün bulunduğu, uyulmanın gerekli olduğu düşünülemez; “olan”dan (Gerçeklik dünyasından, doğadan” yalnızca bir zorunluluk çıkıp, asla bir “olması gereken” çıkmaz.

            Bağlayıcılık (hukuki ödev, yükümlülük), ancak bir “olması gereken”den çıkar; çünkü her “olması gereken”de “niçin olması gerekir?” sorusuna bir cevap öngörülür ve bu cevabı da sadece bir değer, değerli bir şey oluşturabilir. Bir şey niçin yapılmalıdır? Değerli olduğu için. Değerler ise bilindiği üzere insandadır. Böylece insan hukukta “nasıl davranmalıyım?” sorusuna cevap bulduğu için kendini yükümlü görecek, hukuken bağlanmış olarak duyumsayacaktır. İşte asıl yükümlülük, bağlayıcılık kavramı budur, bunu anlatır.

            Buradan anlaşılıyor ki, hukukta bir değer içerilmiştir; o, değerin gerçekleştirilmesine yöneliktir ve bu değer de, ahlaki bir değerdir ve öyle olmak gerekir; çünkü hukuk insanların davranışlarıyla ilgilidir, onları düzene sokmak amacına yöneliktir. Bizi davranışımızda, bu davranışın iç nedeni olan irademizde bağlayacak olan ancak ahlak ve ahlaki değerler olabilir.[12]

            Şimdi bu değerler arasında bir hiyerarşi bulunur, onlar kademeli bir yapı oluşturur. Şu var ki, toplum ve hukuk anlayışında en yüksek etik değerin ne olduğu yolunda üç ayrı görüş bulunmaktadır. Her bir görüş kendince en yüksek olarak kabul ettiği bir değer ve değerler sistemini hukukun en yüksek amaç ve ideali diye göstermiştir.

            Nitekim birinci görüşe göre en yüksek değer ve amaç bireysel kişiliktir. Buna bireyci (endividüalist) değer sistemi denilir. Bu değer sistemi bizi bireyci toplum anlayışını kabule zorlar ve temelini bireyin özgürlüğü düşüncesi oluşturur. Böylece toplum bir sözleşme ilişkisi olarak tasarımlanır, hukukda bireyin hizmetine konur.

İkinci görüş ise en yüksek değer ve amaç olarak tümel kişiliği görmektedir. Bu, birey üstü ya da bireycilik üstü değer sistemidir. Buna, supra endividüalist sistem de denilir. Buradaki toplum anlayışı da birey üstü bir nitelik taşır. Toplum, insan bedenine benzetilerek bir organizma gibi düşünülür; devlet ve onun egemenliği esastır.

Üçüncü ve son görüşe göre de, en yüksek değer kültür yapıtıdır (trans-personalist değer sistemi). Bu görüşe göre egemen olan bireysel ve tümel kişilik değerlerini aşan bir toplum anlayışıdır. Toplum bir yapı (bir bina) gibi düşünülür ve bu yapıda, bu kültür toplumunda çalışan insanlar arasında doğrudan doğruya değil, ortaya çıkardıkları kültür yapıtları dolayısıyla bir ilişki ve bağlılık söz konusudur.[13]

Şimdi bu birbirinden değişik görüşler karşısında doğru bir sonuca varmak için hukukun toplum yaşamının bir biçimi, onun varlık koşulu olduğunu, bu yüzden de hukukta son amacın ancak adalet değeri olabileceğini gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü adalet ahlaki bir değer olmakla birlikte, toplumsal bir değerdir, toplum yaşamının temel değeridir. O, insanların bir düzen içinde yaşaması ve bu düzenin yetkinliğini öngörür. Bu yüzden,

Adalet, mülkün temelidir (Türk atasözü).

denir. O, bir düzen olmakla bütün diğer değerlerin gerçekleşmesinin ve bu arada bizzat kendisinin yetkinleşmesinin ön koşulunu oluşturur. Çünkü düzenin olmadığı yerde, bir kaos içinde hiçbir değer, hiçbir şey gerçekleşip var olmaz, kaostan hiçbir varlık çıkmaz.

5 Eylül 2017 Salı

Tahliye talepli kira takipleri ve tahliye davası üzerine hukuki tavsiyeler


Kira bedellerini sözleşmede kararlaştırılan tarihlerde ödemeyen / geç ödeyen kiracıyı tahliye edebilmenin hukuken en hızlı ve etkili yolu, kiracı hakkında tahliye talepli icra takibi başlatmak, ardından icra hukuk mahkemesinde tahliye davası açmaktır. Ben bu konuda en hızlıyım diyen avukat bile, 3 aydan önce dosyayı tahliye aşamasına getiremez. İşleyecek süreci aşağıda özetlediğimizde, ne demek istediğimiz anlaşılacaktır. Bu yüzden müvekkilinize tutamayacağınız vaadlerde bulunmayın. Tebligatlarda sıkıntı yaşamazsanız, ilk celsede tahliye kararı çıkartırsanız dahi, takibi başlattıktan sonra tahliyeyi gerçekleştirebileceğiniz süre için müvekkilinizi “Yaklaşık 4 ay sürer. Ancak bu süre biraz daha uzayabilir” şeklinde bilgilendirmenizde fayda var. Kira takibi başlatmadan önce, özellikle takibe konu yer “işyeri” ise, kira kontratının damga vergisinin yatırılması gerekmektedir. Damga vergisi, kiralayanın bağlı olduğu vergi dairesine yatırılacaktır. Bu hususta ya müvekkilinizi damga vergisini yatırmak üzere vergi dairesine yönlendirirsiniz. Yada vekaletnamenizle bu işi siz yaparsınız. Kira sözleşmesi muhtemelen eski tarihli olacağından, müvekkilinize damga vergisiyle birlikte vergi ziyaı cezası tahakkuk ettirilecektir. Ancak vergi dairesinde ceza affından yararlanmak istediğinize dair yazılacak iki satırlık dilekçe (çoğu zaman vergi dairesi memuru bu dilekçeyi sizin adınıza hazırlar, size sadece imzalamak kalır.) bu cezadan büyük ölçüde müvekkilinizi kurtaracaktır. Ancak vekaletnamenizde, “her türlü vergi ve cezalardan dolayı vergi itiraz, temyiz, uzlaşma ve takdir komisyonlarında beni temsile” şeklinde özel yetkiniz yoksa, cezada indirip yaptırmanız mümkün olmayacak, müvekkilin bizzat gelmesi gerekecektir. O yüzden kira takibi başlatacağınız müvekkilinizden ilk kez vekalet alacaksanız, bu hususu da yazdırmanızda fayda var. Çünkü genellikle müvekkiller, işi teslim ettikten sonra tamamının sizin tarafınızdan yapılmasını isterler. “Harcını yatırıp bana getirin” dediğinizde suratları düşebilir. Uygulamada bazı icra müdürlükleri, sadece işyerleri için damga vergisinin yatırılmasını aramaktayken, bazıları, meskenlerde de eğer depozito  varsa damga vergisi yatırılmasını istemektedirler. Eğer takibe konu yer meskense, siz damga vergisi yatırmadan bir şansınızı deneyin derim.
 Bu arada yatırılması gereken damga vergisi tutarı, sözleşmenin süresine, kefil bulunup bulunmamasına, kefil varsa adi kefalet veya müteselsil kefalet olup olmadığına, depozito olup olmadığına, birden fazla suret olup olmadığına bakılarak hesaplanacak ve her bir kira sözleşmesi için farklılık arzedecektir. Müvekkilden takip için masraf isterken, damga vergisini de siz yatıracaksanız, yaklaşık ne kadar damga vergisi gideceğini hesaplamayı öğrenmeniz, ona göre masraf avansı istemenizde fayda var. Kaba bir hesapla kira sözleşmesinin damga vergisi hesabını yapacak olursak; Aylık 500,00 TL kira bedeli olan 5 yıl süreli bir kira sözleşmesi için,  500 x 12 x 5 = 30.000 TL üzerinden damga vergisi yatırmanız gerekecek, kefil yoksa, bu tutar Binde 1,5 üzerinden hesaplanacak ve 45 TL bulunacaktır. Eğer kefil varsa, kefilin türüne göre değişmekle birlikte, ayrıca kefil için de binde 7,5 üzerinden damga vergisi tahakkuk ettirilecek ve 225 TL daha vergi çıkacaktır. Eğer kontrat iki suret düzenlenmişse, toplam (225+45) x2 = 540,00 TL damga vergisi çıkacaktır. (Depozitodan alınacak vergiyi ve cezaları saymıyorum.) Yüksek tutarlı kira sözleşmelerinde, müteselsil kefil varsa, işyeri kirasıysa ve birden fazla nüshaysa, çok yüksek tutarda damga vergisi tahakkuk ettirildiğinden ve damga vergisini yatırmadan tahliye talepli icra takibi başlatmanız mümkün olmadığından, bu gibi durumlarda size şöyle bir yol izlemenizi öneririm; Kiracı, kira giderini vergiden düşebilmek için, kira sözleşmesini kuvvetle muhtemeldir ki bağlı olduğu vergi dairesine bildirecek ve bu esnada kendisine o kira sözleşmesi için damga vergisi tahakkuk ettirilecek ve damga vergisi kiracı tarafından yatırılacaktır. Eğer kiracının bağlı olduğu vergi dairesinden, uygun bir dille daha önce kiracının yatırmış olduğu damga vergisinin tahakkuk ve ödeme belgesinin birer suretini alabilirseniz, takibi başlatırken bu belgeleri damga vergisi dekontu olarak icra dosyasına ibraz ettiğinizde, ayrıca damga vergisi yatırmanıza gerek kalmayacaktır.
 Verdiğim bu tavsiyenin ne kadar yasal olduğu tartışılır. Şöyle ki, damga vergisinin yükümlüsü, sözleşme ile değiştirilemez. Vergi dairesine kira sözleşmesini ibraz eden, bu işlem için damga vergisini de kendisi öder. Kiracının, gideri vergiden düşerken ödediği damga vergisi ayrı, takip başlatmadan önce kiralayanın ödeyeceği damga vergisi ayrı denilecek olursa, aynı sözleşme için aynı isimde iki kez vergi tahakkuk ettirilmiş olur ki bu durumun hakkaniyetle bağdaşmadığını düşünüyoruz. O yüzden kiracının ödediği damga vergisi dekontlarını kullanmakta hukuka aykırı bir yön görmüyoruz. ( Görmek istemiyoruz da diyebiliriz) İcra Müdürlüğü, kira sözleşmesinin aslını görmeden kira takibinizi kabul etmeyecektir. Eğer aslı elinizde mevcut değilse, o zaman “Sözlü Kira akdi” şeklinde takip başlatmanız uygun olacaktır. Eğer ki borçlu kiracı, “Kira sözleşmemiz yazılı, sözlü değil” diyerek sözleşmeyi dosyaya sunarsa, sizi bu dertten de kurtarmış olacaktır. Eğer sözlü kira akdine dayanacaksanız, damga vergisi yatırmanız da gerekmeyecektir. Takip talebine seçilen takip yolunu “Haciz ve Tahliye” şeklinde yazmazsanız, tahliye davası açamazsınız. Bu husus çok önemli, aman atlamamaya özen gösterin. Kiracıya gönderilecek ödeme emri, Örnek No: 13 formudur. Bu formda, kira sözleşmesinin süresine göre değişmekle birlikte, bir yıl ve daha uzun süreli kira sözleşmelerinde borçluya 30 günlük ödeme süresi tanınır. Kefile ise gönderilecek ödeme emri, örnek no 7 ödeme emridir. İlamsız takiplere ilişkin bu ödeme emri türünde, itiraz süresi 7 gün, ödeme süresi 10 gün olup, asıl borçlu kiracıya 30 gün süre veriyorken, kefile 10 gün süre vermek, bizce hukuk mantığıyla bağdaşmamaktadır. Aslında bu durum alacaklının lehinedir. Ancak bize göre mantıksız bir uygulamadır. Kefile Örnek No:13 gönderilememe gerekçesi olarak da, örnek no 13 ‘ün tahliye emri de içerdiği ve kefilin tahliyeyle yükümlü olmadığıdır. Yasaya göre ödeme emri, icra müdürlüğünce düzenlendiğinden, siz sisteme uyun ve kiracıya örnek no 13, kefile örnek no 7 göndertin. Borçlu, ya 7 günlük süre içerisinde borca itiraz edecek, yada itiraz etmeyecek ve takip kesinleşecektir. Bu noktada dikkat etmeniz gereken çok önemli bir detay var; Kiracı eğer 7 günlük süre içerisinde itiraz ederse, artık 30 günlük sürenin beklenmesine gerek yok, bu konuda iradesini belli etti diyerek, 30 günlük sürenin dolmasını beklemeden tahliye davası açamazsınız! Açarsanız açmasına da davanız reddolur. 30 günlük süre her halükarda beklenmesi gereken süre. 30 gün dolmuş ve borca itiraz edilmemişse, tahliye için, icra hukuk mahkemesine tahliye davası açmanız gerekmektedir. Borçlu 31. gün bütün kirayı yatırsa da, 30 gün içinde ödeme yapmamış olduğundan, mahkeme tahliyeye karar vermek zorundadır. 30 gün dolduktan sonra borcu yatırması, kiracıyı sadece hacizden kurtarır. MURAT ALTINDERE

Tahliyeden kurtarmaz. 30 gün dolmuşsa, hem tahliye davası açabilir, hem de alacağın tahsili için icra dosyasında haciz talebinde bulunabilirsiniz. Eğer borçlu 7 gün içinde itiraz ederse, bu kez yapmanız gereken, 30 günlük sürenin dolmasını bekleyip, ardından icra hukuk mahkemesine, itirazın kaldırılması ve tahliye talepli dava açmak olacaktır. Davanın uzamasını istemiyorsanız, kiracının kira bedellerini yatırdığı banka hesabına ilişkin kaşeli imzalı dökümleri icra hukuk mahkemesine ibraz etmenizi öneririm. Tahliye davalarında bir detay da, kira takibinde borca itiraz etmeyen kiracının, icra hukuk mahkemesinde borca itiraz edemeyeceğidir. Eğer 30 günlük süre dolmuşsa, mahkemece incelenecek tek şey, kiracının 30 gün içinde kira bedellerini ödeyip ödemediği olacaktır.

25 Ağustos 2017 Cuma

Baker & Hostetler Yapay Zekalı Avukatı İşe Aldı...

ABD’li hukuk firması Baker & Hostetler, IBM’in ‘Ross’ adlı programını işe aldığını duyurdu. İflas uygulamaları bölümünde çalışmak üzere işe alınan Ross, dünyanın ilk yapay zekalı avukatı oldu.

Okuduğunu anlama yeteneğine sahip olan Ross; soru sorulduğunda veya araştırma yaptığında hipotez oluşturabilen, deneyimlerinden kazanım elde edebilen ve çalıştıkça hızlanan bir yazılıma sahip. Okuduğu binlerce sayfa rapordan en önemlilerini seçerek özet yapabilen ve bu sayede çalışma arkadaşlarına zaman kazandıran Ross, hukuk sistemindeki yenilikleri de takip ediyor. Ross’un yardımcı avukat olarak kullanılması bekleniyor. 
DAVALARA GİRMEYECEK
Güncel yasaların öğretildiği Ross’un, avukatlara istedikleri cevabı bulmak için zaman kazandıracağı ifade edildi. Ross’un duruşmalarda kullanılmayacağını belirten şirket, “Avukatlar binlerce sayfayı bulan belgeleri okumak yerine, Ross’tan gerekli bilgileri alabilirler bu hem onlar hem bizim için zaman kazanmak anlamına gelir” açıklamasını yaptı. Ross’un sadece belge taramadan kullanılmayacağını avukatlara aynı zamanda gereken yaratıcı cevapları da sağlayacağı belirtildi. Bünyesinde yaklaşık 900 avukat çalıştıran Baker & Hostetler firması dünyanın en büyük şirketlerinden biri.
BİRÇOK ŞİRKET SATIN ALDI
Ross’un geliştiren ekibin sorumlusu Andrew Arruda, birçok hukuk şirketinin de ön sipariş verdiğini ancak bunu halka açıklamadıklarını söyledi. Arruda ayrıca Ross’un kapasitesinin genişletilerek fikri mülkiyet, ceza, vergi ve iş hukuku konularında bir uzman haline getirileceğini ekledi. Ross, hizmet sektöründe kullanılan ilk yapay zeka değil. Georgia Technology Üniversitesi öğrencilerin sorularına cevap vermesi için Jizz adında bir yapay zeka kullanmaya başlamıştı. Üniversite, öğrencilerin Jizz’i gerçek insandan ayıramadıklarını ve eşit oranda puanlama yaptıklarını açıklamıştı.